top of page

İran Bölüm V- İsfahan’da Uykusuz Gece


Çarşamba, 7 Nisan 2010

Dün akşam yine korkunç bir yemek yedik (tabii ki tavuk) ya da yiyemedik demeliyim. Ağzıma koyduğumu gerisin geri çıkarmak zorunda kaldım. Hiç yapmadığım bir davranış. Restorandan otele kadar da yemeklerin yenilmezliğinden şikayet ettim durdum. Otele vardığımızda bir anda zihin açıklığı yaşadım.

Nasıl olur da yemek hakkında şikayet edebilirim? Bunu bulamayan, açlıktan ölen çok insan da var dünyada. Çok suçlu hissettim kendimi şikayet ettiğim için. Gece yatakta 3–4 saat boyunca uyuyamadım. Tabii ki çok düşündüm. İran’da, İsfahan’da olduğuma inanamadım önce. Allah bana o kadar cömert ki. Aç, susuz, ailesiz, sevgisiz, evsiz, işsiz bırakmıyor, bir de bütün bunların üstüne çocukluğumdan beri hayal ettiğim her şeyi bir bir yerine getiriyor ([...] dışında ama bunun da bir nedeni var). Ben ise şikayet ediyorum. O kadar şanslıyım ki halbuki. Allah’ın eli her zaman üzerimde çok şükür. Allah bana her zaman çok cömert ve merhametli. Bunun da bir nedeni olmalı.

Allah bana sevgisini, cömertliğini ve merhametini bu kadar açık ve net gösteriyorsa, gezegenimizde seyahat edebilmek gibi çocukluk hayallerimi bana hediye ediyorsa, doğa ve hayvan sevgisini annem aracılığıyla bana konuşarak aşılıyorsa, F. aracılığıyla bana sevgisini ve merhametini gösteriyorsa, [...] aracılığıyla bana umudu, sihiri, [...], insanlığa dair tüm güzellikleri ve kendi içindeki duyguları patlayıcı yoğunlukta hissetmeme neden oluyorsa, Allah bana aslında çok açık bir şekilde konuşuyor.

Aramızda bir engel, bir aracı yok. Kimsenin yok aslında. Tanrı’yla doğrudan konuşup, iletişime geçebiliyoruz. İşte kralların en güzeli, en merhametlisi bu: Evrenin Kralı, yaratıcımız. Bizi kölesi değil de hizmetmeni olarak, bir sebeple, bir görev vererek yaratmış aslında. Dün gece uykusuzlukta vardığım sonuç da şu: Allah bana bu kadar açıkça cömert, merhametli ve sevgi dolu ise benim de görevim bu.

Büyük, meşhur, zengin, bir lider olmayabilirim. Bunun hiçbir önemi yok. Tek yapmam gereken bana verilen hayatta karşıma çıkan tüm canlılara sevgi, merhamet ve cömertlik göstermek. Bu kadar! Herkes meşhur, herkes bir lider olmak zorunda değil. İşçilere de ihtiyaç var. İşçiler olmadan zaten iş yapılamaz, üretilemez. Ben de bir işçiyim işte. Tanrı’nın işçisi. [...] değildi ama Atatürk gibi Allah [...] da özel bir görevle bu gezegene ve hayata göndermişti. [...] bir sevgi elçisiydi. Ben de [...] mesajı duydum. Ben bir sevgi/aşk askeriyim. Sevgi işçisiyim. Ve elimden geldiği kadar bu dünyada sevgi, merhamet, cömertlik, kibarlık, güleryüz dağıtırsak, dünyadaki en çözülmez olarak bile görünen sorunları çözebileceğimize inanıyorum.

Benim için Allah aslında sevgi/aşk; sevgi Allah. Yaratan = (eşittir) Sevgi. Bu yaşımda da artık kesin olarak biliyorum. Sevgiden daha kuvvetli bir güç yok. Bu güç hem yaratabiliyor, hem yok edebiliyor. İnanılmaz bir kuvvet. Demek ki sevgi, Allah.

Yaratan sevgi ise yaratmak fiilinin karşılığı, anlamı ne diye düşündüm. Matematiksel bir mantıkla sonuca ulaşmaya çalıştım. Yaratan kelimesi sevgi ise, yaratmak fiili sevmektir. Allah o zaman bizi neden yarattı? Sevdiği için. Yaratan evrenin kralı. Evrenin bütününü tamamlamak için yaratıldık. Demek ki yaratmak = sevmek = bütünü tamamlamak = olmak (çünkü biz bir bütünken oluyoruz, biziz, benim).

Demek ki Allah ol dedi = yaratıyorum dedi = seni seviyorum dedi. Bir insana da (ya da başka bir şeye) seni seviyorum demek, aslında “ben benim çünkü sensin”, senin varlığın önemli, ya da “benim bütün olabilmem için sen önemlisin” demek (for me to be me, you are [you]).

Yani […], F.’i, ailemi, doğayı, gezegenimizi, Yaratan’ı seviyorum çünkü benim ben olabilmem için onlar yaratıldı (Yaratan tabii yaratılmadı). Hepimiz bir zincirin, bir bütünün parçasıyız. Sevgi zinciri!

Sabah turumuzu tamamladık; öğlen turuna başlamadan önce otelimizde biraz dinleniyoruz. Şiraz kadar olmasa da sıcak öğle saatlerinde bastırıyor. Özellikle manto ve eşarp giymek zorunda oldugum için bayağı yorucu oluyor.

Bu sabah Yahudi mahallesini (İsfahan’a yerleşimi ilk kuranlar Musevilermiş),

sallanan minareleri,

Ataşgah isimli (evet Türkçedeki ateş gibi) Zoroastra Ateş Tapınağını (Zoroastrlar tek tanrıya inanıyorlarmış ve ateşe tapmıyorlarmış.

Sadece tanrıya ibadet ederken ateşi kullanıyorlarmış), 32 geçitli Siyesepol (Allahverdi Han) köprüsünü,

Ermeni Vark Katedrali’ni gördük.

1’inci Şah Abbas 17’inci y.y.’da Ermenilerin İsfahan’a ekonomik kazanımları için yerleşmelerini sağlamış. Şehirdeki en zengin topluluk Ermenilermiş. Katedralin için ve dekorasyonu İsa ve İncil tasvirleri dışında Safevi camilerine çok benziyor. Katedralin avlusunda sözde soykırım için anıt yapmışlar; bu anıtın yanında da Türkiye’yi suçlayıcı ve propaganda dolu fotoğraf ve posterler var. […] Katedralin müzesi oldukça zengin ve ilginç.

Dünyanın en küçük kitabından tutun da, Rembrandt tarafından çizilmiş Hz. İbrahim portresi ve bir tel saç üzerine elmas kalemle yazılmış Ermenice bir cümleyi mikroskopla görmek mümkün. Tabii müzede sözde soykırıma dair de yazılar, videolar, röportajlar gösteriliyor.

İsfahan’ın en eski şehir merkezi yani Selçuklular tarafından inşa edilmiş bölgesinde Cuma Camii’ni gezdik. Eski bir Zoroastra ateş tapınağı üzerine kurulmuş bu cami farklı zaman dilimleri ve hükümdarlıklarından izler taşıyor.

Bunlara Selçuklular, Safeviler, İlhanlılar, Kaçarlar dahil. Tüm bu devir, kültür ve hükümdarlıkların sanatının bir araya gelmesi İslam sanatının en güzel örneklerinden birini ortaya koymuş.

Cuma Camii’ni şimdi İmam Camii olarak anılan Mavi Camii ve yakınındaki Şeyh Lütfullah Camii’ni görmek için İsfahan’a gelmeye değer.

İlginçtir, estetik insan psikolojisi, etkilinim ve izlenimler üzerinde ne kadar önemli. İsfahan’a hiç gelmeseydik, İran hakkındaki düşünce ve izlenimlerim şimdikinden çok daha farklı olurdu.

...

Ufak bir öğle uykusundan sonra ikinci bir Safevi sarayına gittik: Haşt Beşast (8 Cennet).

Bu sarayın diğer bir adı bülbüllerin bol bulunduğu bir bahçenin içinde kurulu olduğu için Bülbül Sarayıymış. Saraydan önce bahçenin gerçekten yemyeşil, güzel kokulu ve renkli çiçeklerle dolu çok hoş bir bahçe olduğunu (hatta park) söylemeliyim.

İsfahan’ın bahçe ve parkları gerçekten ünlerini hak ediyorlar.

Bu saraydan da pek eser zamana ve zararlara dayanamamış maalesef ama döneminde masalsı bir yer olduğunu akılda canlandırmak hiç de zor değil. Safeviler de Osmanlı’daki Lale Devri gibi zevk, bahçe ve güzelliklerine çok önem verdiklerinden dolayı zamanla güçlerini kaybetmişler anlaşılan.

Bu akşam yemeğimizi tekrar İran yemekleriyle şansımızı denememek için fast-food büfesinde yemeğe karar verdik. İranlılar saygılı ama turistlere pek yardımcı olmayı ve arkadaş canlısı olmayı pek önemsemiyorlar galiba. Güler bir yüz bulmak kolay olmadığından, ilk gülen yüzlü bir genci gördüğümüz büfeye psikolojik olarak çekilmiş bulduk kendimizi. Yediğimiz pizza da pizzadan başka her şeye benziyordu ama en azından safronsuz ve tavuk olmayan bir şey yemiş olduk şükürler olsun.

İranlılara gelince, daha önce yazdığım gibi saygılılar ama mesafeliler. Ya utangaçlar ya da yabancılardan çekiniyorlar, kim bilir ama millet olarak da içlerine kapanıklar. Yüz hatlarına bakınca Persepolis’te görülen eski İran heykelleri ve figürlerinden hiç de farklı değiller. Yani binlerce yıldır yüz hatları da değişmemiş gibi gözüküyor. Gen bilimci değilim ve haddime değil ama sanki bu binlerce yıllık tarihlerinde bu topraklardan geçen diğer toplum, millet ve ırklarla evlenerek pek karışmamışlar gibi. Bugün rehberimiz de mesela Ermenilerin asla İranlılarla evlenmediklerini söyledi. Tabii azınlıkların kendi aralarında kalıp, başkalarıyla karışmamaları her ülkede görülen bir şey ama bana çok içine dönük ve içine kapalı bir millet ve toplum gibi geldi.

Bu gece İsfahan’daki son gecemiz. Sabahtan Kum’a doğru yola çıkacağız. Allah izin verirse yolda Abyaneh ve Keşan şehirlerinde duraklayıp, gezeceğiz. Kum’da birkaç saat geçirdikten sonra Cuma sabahı İstanbul uçağımıza bineceğiz. Sabırsızlanıyorum!

bottom of page