1989 yılında Doğu ve Orta Avrupa yolculuğumuzun sonunda, ailem ve ben Türkiye’ye dönmeden önce Selanik’te duraklamıştık.
Buraya gece geç saatte varmıştık ve rezervasyon yaptırdığımız otelde bir an önce uyumaya hevesliydik. Ancak, resepsiyonist Türk pasaportumuz olduğunu fark edinice, check-in yapmamıza izin vermemişti.
Gece geç saatte pek rahat ve temiz olmayan başka bir otel bulmak zorunda kalmıştık. O otelden kalan görsel hatıralarım odanın duvarlarındaki çatlaklar ve kahverengi yatak örtüleridir.
Ertesi sabahı, şehri keşfetmeye adamıştık. Fark ettiğimiz ilk şey insanların mutlu görünüyor olmaları ve gülümsemeleriydi. Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde gördüklerimizden farklıydı. Selanikliler açıkça hayattan zevk alıyordu. Kafeler, lokantalar ve tavernalar insan kaynıyordu.
Tüm Türkler Selanik'e gittiklerinde, mutlaka Mustafa Kemal Atatürk'ün doğduğu pembe evi ziyaret eder. Bugün Türk Konsolosluğu da aynı binada. Burada çocukken hatıra defterine yazarken çekilmiş bir resmim var. Ayrıca Atatürk'ün çocukken altında oynadığı ağacın önünde 1989 yılında ben çocukken çekilmiş başka bir resmim daha var.
Tam 19 yıl sonra, bu şehri ve pembe evi bir kez daha ailem ve eşim ile ziyaret etme şansım oldu. Herşey tam olarak 19 yıl öncesi gibiydi; anı defteri dışında. Ne yazık ki, bu defter artık yoktu. Ama aynı yerlerde yine resim çektirdim.
Bu sefer şehri Selanik Müzeleri’ni ve tepede kurulmuş eski kenti gezerek daha iyi görme ve anlama fırsatımız oldu.
Kesinlikle Selanik’i Atina’dan daha çok tercih ettiğimi söylemeliyim. Deniz her şehre oldugu gibi buraya da bir endam katıyor.
Selanikliler dışa dönük ve eğlenceli insanlar. Birkaç kere, bindiğimiz taksilerin sürücüleri bizimle Türkçe konuştu. Ya okulda ikinci dil olarak öğrendiklerini ya da ebeveynleri tarafından evde öğretildiklerini söylediler.
Halkidiki’ye ve burada bir köye de kısa ve çabuk bir yolculuk yaptık. Köydeki taş evlerinin Türkiye'nin Ege köylerindeki evlere benzerliği şaşırtıcıydı.
1989 yılında, ülkenin kuzey kesiminden sınıra doğru yol almıştık. Yol üstündeki köy yollarından birinden ailem bugüne kadar hala sakladığım mavi bir midilli atı oyuncağı almıştı. Bir de burada bir mağazada gördüğümüz çok akıllı bir papağanı hatırlıyorum. Papağan söylediğimiz Türkçe kelimeleri bile hemen tekrar edebiliyordu!
Sınırın diğer tarafına geçmek için Meriç Nehri üzerinden geçmiştik. Bu nehir üzerindeki köprünün yarısı Yunan bayrağı renkleri olan mavi ve beyaza diğer yarısı Türk bayrağının renkleri olan kırmızı ve beyaz renklerle boyanmıştı. Köprünün iki yanı birbirinden çok uzak değildi ve iki ucunda da askerler vardı. Askerlerin birbirlerini duyabildiğine, sık sık sohbet ettiklerine ve hatta bazen yemeklerini paylaştıklarina dair hikayeler duymuştuk.
Cocukluk ve ergenlik yıllarımdaki yaz aylarının çoğunu Bodrum ve Ayvalık gibi Türkiye'nin Ege sahil kasabalarında geçirdim. Burada iki ülke arasındaki radyo ve televizyon yayınlarının karışması ilgimi çekerdi. Türkiye'deki yazlık evimizden Yunan radyo istasyonlarını dinlemekten zevk alırdım.
Bu yüzden her zaman Yunan adalarını kendi gözlerimle görmeyi diledim. Özellikle annemin ailesinin bir tarafinın Girit’ten gelme ihtimalini de göz önünde bulundurarak, bu adayı görmek için istekliydim.
Yaşasın İngiltere'de sunulan ucuz tatil paketleri! 2006 yılında aldığımız Girit tatil paketi ve direk uçuş harikaydı. Hanya Havalimanı'ndaki ilk deneyimimiz aslında oldukça komik oldu. Tüm AB pasaport sahipleri bizden önce geçirildi. Pasaport memnuru bilgisayar sisteminde Bangladeş’i bulmak için çok uğraştı. Bilgisayarı lanetledi, kendi kendine bazı şeyler mırıldandı, telefonda birilerine bazı kelimeler mırıldandı ve sonunda o zaman erkek arkadaşım şimdi eşime sunu sordu: "Bangladeş? İngiliz Kolonisi, evet?" Sadece oradan çıkabılmek için, başımızı olumlu şekilde sallamamızdan sonra geçmemize izin verdi.
Girit’teki güzel ve sakin plaj tatilimizin yanı sıra zaman zaman bazı ziyaretler de yaptık.
Birçok akşamımızı Ayvalık’a çok benzettiğim Hanya’da geçirdik.
Bir akşam, o zamanın Dışişleri Bakanı Dora Bokayannis’i limanda bir konuşma yaparken bile dinledik.
Bazen araba ile yolumuzu kaybettik ve adalılara yol sormak zorunda kaldık. Bir seferinde, bir aile bize yardımcı olmak için kızlarını göreve atadı. Aile Yunanca yön verecek ve kız İngilizce’sini pratik etmek için bize çeviri yapacaktı. Neyseki Yunanca “sağ” “sol” ne demek biliyorum çünkü zavallı kız İngilizce’de “sağ” ve “solu” karıştırıyordu.
Başka bir vesilede, bir bakkala yol sormamız gerekti. Bakkal elimden tutarak beni yola çıkardı ve gökyüzüne doğru parmağını kaldırdı. “Su uçağı görüyor musun?" diye sordu. Kendi kendime "Olamaz!" düşündüm. O devam ederek, "kaldığınız yere gitmek için havaalanı yönünde gitmeniz lazım" dedi.
Girit’te kaldığımız sürece, arkeoloji tutkumdan dolayı Knossos ve diğer bazı küçük kasabalara geziler yaptık. Adanın ve halkının tarihini anlamak için oldukça hevesliydim. Knossos, geçmişte amatör İngiliz arkeoloji tutkunları tarafından tarihi çarpıtılmış olsa da ziyarete değer bir yer.
2006 yılının sonlarına doğru, Atina'ya bir iş gezisi yaptım. Burası her zaman merak ettiğim bir şehir olmuştur. İş nedeniyle, burada bulunduğum ilk günlerde maalesef şehirde pek birşey göremedim. Bunun yanında, Zeus Tapınağı manzaralı bir odada kaldığım ve iş nedeniyle akşamları şehrin en iyi restoranlarına gidebildiğim için şanslıydım.
Yerli arkadaşlar sayesinde, ben ve o zamanki erkek arkadaşım – şimdi eşimle iki günde görülebilecek yerlere doğru şekilde yönlendirildik. Akropolis’i gezdik ve hatta geleneksel müzikleri dinleme şansımız bile oldu.
Kolonaki bölgesinde (Atina’nın Nişantası’sı) ve üniversite yakınında yürüyüşler yaptık. Askerlerin meclis önünde ilginç üniformaları içinde yaptıkları görev değişimi izledik.
Atina ilginç bir başkent. Bir başkentten beklenen büyük caddelere ve meydanlara sahip ama yerel topluluk hissi veren küçük tarihi mahallelere de sahip. Denize tahminimden uzaklığı aslında bende hayal kırıklığı yarattı.
Şimdiye kadar Yunanistan'da gördüğüm yerleri beğeni sırasına koymam gerekirse, listenin en başına Santorini’ye, ikinci sırayı da Girit’e ayırırım. Selanik bu ikisini takip eder.
Rodos seyahatimizle "Order of the Knights Templar"in, yani Hacli Seferleri'nin onculerinin konumladigi 3 yeri de gormus olduk boylece: Kudus, Rodos ve Malta. Rodos'a vardigimiz ve sehir duvarlarindan girip, eski sehir icindeki butik otelimize tasli yollardan ve dar sokaklardan yurudugumuz gece ilk aklima gelen sey, cenneti coktan dunyada yasabiliyor oldugumuz ve ne kadar sansli oldugumuz oldu. Rodos, Yunanistan'i Yunanistan yapanin gercekten adalar oldugunu tekrardan kanitliyor.
Insanlar inanilmaz derecede kibar, sevecen, yardimsever, yemekler MUHTESEM ve Rodos sehri surprizlerle dolu. Ozellikle bu kadar geride kalmis ve korunmus camii, Osmanli kutuphanesi ve eserleri gormeyi hic beklemiyordum. Sovalyeler caddesi ve saray, Yunanistan'da oldugunuzu unutturup, Fransa'da oldugunuzu hissettiriyor.