top of page

Macaristan ve Çek Cumhuriyeti


Tekrar çocukluk anılarımı derince kazımam gerekecek. Bu iki ülke ile ilgili anılarıma ne kadar güvenilebilir emin değilim.

Ailemle bu yerlere ziyaretimiz 1989 yılından önce, komünist rejimi döneminde ama bu ülkeler yavaş yavaş açılmaya başladığı sıraydı.

Macaristan’da kaldığımız bir hafta süresince çoğunlukla Budapeşte’de ama Pec, Zigetvar Estergon’da da vakit geçirmiştik. O zaman küçük bir çocuk olduğumdan, altı günde Macar dilinin temel bilgileri kavramış, ailemin pazarlık etmesine yardımcı oluyordum. Tabii ki bugün bu bilgiden hiçbir eser kalmadı.

Osmanlılar için tarihi önem taşıyan Zigetvar ve Estergon’daki mezarlık ve kaleleri ziyaret ettiğimizi hatırlıyorum. Bana orada Kanuni Sultan Süleyman’ın Macaristan'da ciddi şekilde hastalandığı anlatılmıştı.

Bir gece Pec’te, yemek yediğimiz restorandaki müzisyen grup Türkiye'den geldiğimizi anlar anlamaz “Uskudar'a Giderikeni” kemanlarıyla çalmaya başlamıştı. Bu şarkıyı bilmelerine çok şaşırmıştım.

Pec’teyken, hayatımda ilk defa, bazı şehirlerin kartpostal veya masal diyarları gibi olabileceğini fark etmiştim.

Budapeşte de güzel, büyük ve etkileyiciydi. Hemen her gün Tuna nehrini geçerek şehrin Buda tarafından Peşte tarafına geçmekten zevk alıyordum.Tıpkı İstanbul'da Boğaz üzerinden Asya’dan Avrupa’ya geçmek gibi.

Tuna Nehri sadece Türk tarihi için değil özellikle ailem için de anlama sahip çünkü anne tarafımdan bu bölgede savaştıkları için, “Tuna” soyadı ailemizde bulunmakta.

Sokaklardaki Çingene müzisyenleri, geleneksel Macar kostümlerini ve vitrininde hayatımda gördüğüm en güzel bebekleri sıralamış olan bir dükkan hala hafızamda.

Budapeşte’de bir gece, açık hava konser salonunda çingene konseri izlediğimizi hatırlıyorum.

Hayatımda hala bugüne kadar gördüğüm en güzel McDonald's binasını Macaristan’da görmüşümdür. Bina büyüleyici süslere ve renkli cam işçiliğine sahip tarihi bir yapıydı.

O zamanlar, şehir hakkında tarihsel bir söylenti bana iletilmişti. Kanuni Sultan Süleyman kente geldiği zaman, bu yerin adı kendisine sorulmuş. "Peşte" demiş Sultan Süleyman. Sonra, "Peki nehrin ötesindeki arazinin adı nedir?" diye sorulmuş. Süleyman da "Bu da Peşte” diyerek yanıtlamışmış. Bu rivayetin ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum.

Macaristan’da geçirdiğimiz hafta sırasında, Viyana ya da Prag'a tren yolu ile kısa bir gezi yapma fırsatı bize sunuldu. Ailem Prag’ı seçti.

O zaman Çekoslovakya olarak anılan ülkeye gece treni ile yola çıktık. Tren 1920'ler veya Orient Express tarzı koyu kırmızı yastıklı koltuklu kompartmanlardan oluşuyordu.

Bilet kontrollörü İngilizce veya Fransızca bilmeyen esmer ve kalın bıyıklı bir adamdı. Bilelerimizi kontrol ettikten sonra bile, sık sık bizim kompartmana gelip, yanımızda dolar olup olmadığını soruyordu. Sanırım yanımızda dolar taşımanın yasak olduğunu bize söylemeye çalışıyordu.

Babam dolar taşımadığımızı iddia etse de gerçekte elbette yanımızda dolar vardı. Babam dolarları kompartmanımızdaki koltukların astarlarına saklamıştı. Ailemin bu tren yolculuğu sırasında hafiften de olsa, bilet kontrollörünün davranışından olsa gerek, stresli olduğunu hissetmiştim.

Prag’a varır varmaz, Çekoslovakya’nın Macaristan’dan çok farklı olduğunu anlamıştım. Tren istasyonu yerlerde uyuyan insanlarla doluydu. Sabahın erken saatlerinde şehir çok sıkıcı, üzücü, boş ve eski görünüyordu. Macaristan’ın hayat dolu tarzı Prag’da yoksundu.

Bize Çekler’in kristallerinin meşhur oldugu söylenmişti. Bu yüzden ailem bazı hediyelik eşya satın almak istiyordu. Kristal dükkanı her seferde yalnızca beş müşteriyi içeri alıyordu. Dükkanın dışındaki kuyruk metrelerce uzunluktaydı ve belki iki saat boyunca kuyruk beklemiştik.

Öğle yemeği sadece belirli saatlerde yenmek zorundaydı ve menü seçeneği yoktu. Ne ikram edilirse o yenmek zorundaydı. Bu yüzden çürük patates ile yetinmek zorunda kalmıştık.

Babamın fotoğraf makinesindeki film bittiğinde, sadece siyah beyaz film satan bir dükkanla idare etmek zorunda kalmıştı.

Çekler biz yabancılardan korkuyor gibiydi. Bizimle konuşmak hatta gözlerimizin içine bakmaktan çekiniyorlardı.

Çek görünümlü olmayan bir bayan, kibrit ihtiyacı mazeretiyle annemle konuşmaya başlayınca kendisinin yarı İspanyol yarı Çek olduğunu öğrenmistik. Annem bu bayana insanların neden bu kadar uzak olduğunu sorduğunda, tepkisi hemen "Komünizm, komünizm! Benim de konuşmaman gerekir!" demek olmuştu ve hemen yanımızdan ayrılmıştı.

Annemin komünizmin çöküşünden sonra Prag ve Çek Cumhuriyeti’ndeki başka yerlere iş nedeniyle geri gitme fırsatı olmuştu. Bu ikinci gidişinde aslında buranın ne kadar güzel bir şehir olduğunu görebilmişti. Benim çocukluğumda edindiğimden çok farklı bir izlenim edinmişti.

bottom of page