Cumartesi 26 Aralık 2009 Bugün Lübnan daha da farklı bir gözle bakıyorum. Öncelikle bugün gökyüzünü gri bulutlar kaplıyordu. Sonra, dün F.'in yaptığı doğru bir gözlemi yapmayı unuttum. Lübnan’da bluğ çağlarından çocuk görmek neredeyse imkansız. Ama bir bebek patlaması var. Herhalde iç savaş bittikten ve ülke tekrar refaha kavuştuktan sonra insanlar tekrardan bebek yapmaya başladılar. Bugün yeni şoför Joseph ve tekrar Hala'yla dağlara çıkıp, Bekaa Vadisi'ne gittik. Dağlarda Druz köylerinden geçtik. Druzların dini Hıristiyanlık ve İslam karışımı bir dinmiş. Kitapları da Bilgelik Kitabıymış. Sırf siyah ve beyaz giyiniyorlar. Erkekler siyah şalvar, kadınlar siyah bir elbise giyip, beyaz tülbentle başlarını bağlıyorlar. Dağlardaki durağımız "Beyt-i Din" yani İnanç Sarayı oldu.
Lübnanlı bir Osmanlı valisinin inşa ettiği bir saray. Hala bu validen prens olarak bahsetti. Yani sanki bir Osmanlı’ya boyun eğmezmiş gibi. Halbuki bu prens, Osmanlılar tarafından cezalandırılmak için İstanbul’a gönderilmiş ve Türkler bu saraya el koymuşlar. Sarayın genel biçimi ve odaları (haremlik, selamlık vs) aynı Topkapı Sarayı’nın mantığında. Oldukça iyi muhafaza edilmiş. Sarayda sergilenen eski çağlardan kalma mozaikler de çok hoş ve iyi durumda. Ama tabii Topkapı Sarayı ya da Hindistan'da gördüğümüz saraylar Beyt-i Din'e bin basar.
Saraydan sonra tekrar dağ yollarını izleyerek Bekaa Vadisi'ne geçtik. Lübnan Dağları’nın doruklarında kar manzaraları eşliğindeydik. Lübnan ismi "labne" yani yoğurttan gelirmiş. Ta Gilgameş Destanı’nda bile Lübnan’dan yoğurt doruklu topraklar olarak söz edilirmiş.
Şehirlerarası yollar, köyler aynı bizim Anadolu'daki şehirlerarasındaki yollar. Binalar derme çatma, estetikten yoksun. Beyrut'tan çok farklı. Lübnan’daki son durağımız olan Baalbeck Tapınağı’na giderken Hizbullah’ın hüküm sürdüğü ve nüfusun çoğunluğunun Şiilerden oluştuğu bir köyden trafiğin ve insan yoğunluğunun nedeniyle zorla geçtik.
Pazartesi günü Şiiler için bir Aşure günüymüş, sanırım İsmail’in öldürüldüğü günün anıldığı zaman. Her tarafta siyah Hizbullah bayrakları, çocuk yaştaki kızların bile başı bağlı, kadınlar simsiyah kapanmış, erkekler sakallı.
Hala Hizbullah’ı bize terörist gibi değil de Lübnan’ın haklarını İsrail’e karşı koruyan bir gerilla örgütü olarak anlattı. Artık bilemem. Ama Hizbullah taraftarı bu insanlar arasında yürürken çekingenlik hissetmedim çünkü Hıristiyan olan Hala ve Joseph gayet rahatlardı. Büyük bir kalabalık halinde camiye doğru Şii ilahi ve şarkıları söyleyerek, sloganlar atarak yürüyorlardı. Hatta bir grup, gerçek zincirlerle olmasa da, kumaşla sırtlarına vurarak yürüyorlardı. Bunu TV dışında, canlı olarak gördüğüm ilk zamandı. Ezan okunduktan sonra camiden bazı Arapça sözler gelmeye devam etti uzun süre. Şiilere özel şeylerdi bunlar herhalde. Ezanı ve camiden gelen diğer sesleri Baalbeck Tapınağı’nı gezerken bize eşlik ederek dinledik.
Baalbeck Tapınağı Jüpiter’e adanmış çok etkileyici, koskocaman bir tapınak gerçekten.
Sütunlar, heykel kalıntıları, mozaikler, yapılar, Atina'daki Partenon'dan bile çok daha etkiliyeci ve büyük.
Biraz gerçek tarih görmek (Beyrut'taki Batı taklitçiliğinden sonra), şehirlerarasındaki çirkin olsa da yerlilerin kendi bildiği şekilde inşa ettikleri binalar ve öğlen yediğimiz muhteşem yemek (Osmanlı mutfağının tıpatıp aynısı, tek fark her şey mutlaka humus ile yeniliyor) hoş bir gün geçirmemize neden oldu.
Joseph bizi Şam'a kadar getirdi. Araba ile ve bazı yerlerde yürüyerek önce Lübnan sınırını geçtik.
Sonra kimseye ait olmayan toprakları geçtikten sonra Suriye'ye girdik ve buradaki rehberimizle sınırda buluştuk. Suriye'nin doğası hemen farkını gösterdi. Kurak, taşlık, sarı topraklar.
Ağaç görmek neredeyse imkansız. Suriye'de kendimi daha bir Ortadoğu’da gibi hissediyorum. Akdeniz'in Lübnan’ın doğası ve iklimine gerçekten büyük etkisi var. Şam’ın dışları aynı İstanbul’un dış semtleri Ataköy vs. gibi yüksek, çirkin apartman dairelerinden oluşuyor. Bu geceki otelimiz Talisman II, Şam surlarının içinde yani eski şehirde. Surların içine arabalar giremiyor çünkü sokaklar dapdar, karanlık, pusu. Hiçbir özelliği yok hatta hayal kırıklığı yaratabilir. Küçük bir kapıdan otelimize bir girdik ve içeride bambaşka bir dünya olduğunu gördük. İnanılmaz güzel dekore edilmiş bir yapı ve avlu.
Aynı Kudüs’te kaldığımız American Colony otelinin içi gibi. 6 numaraları odamız avluya bakıyor. Ortadoğu’yu, Suriye'yi aynı kafamdan geçireceğim tarzda.
Odamız bir başka güzel. Kapı ve tavan Osmanlı tarzında. Gardırop sedef kaplamalı. O küçük kapıdan içeri girdik, bambaşka bir dünyada bulduk kendimizi.